Tweet |
Literatürümüz, “İnsan, eşref-i mahlûkat, yani yaratılmışların en şereflisidir” diye bir söz barındırır. Günümüze baktığımızda ise bu söz, bizler için, yalnızca bir palavradan ibarettir. Yaşanan savaşları, haksızlıkları ve bizlerden çalınan daha birçok şeyi düşündüğümüzde, insanların bu yaklaşımını yanlış bulmak, pek de mümkün değildir. Fakat burada, çok ilginç bir ikilem vardır. Öyle ki; yaşamımızda karşılaştığımız her türlü felaketin, sorunun esas nedeni, yine insanın ta kendisidir. Dünyada, hiçbir hayvan, bitki yahut cansız bir varlık yoktur ki; birbirlerine bile isteye zarar versin, birbirlerinin canını yaksın.
Pek çok bilim insanı, insanlığın yaşadığı ve yaşamaya devam ettiği bu sorunlar silsilesine sebepler aramaktadır. Ve ortaya birbirinden farklı, fakat tümüyle birbiri ile bağlantılı sebepler çıkmaktadır. Bazı kesimler, tüm sorunların kökünü ekonomiye, bazıları, toplumun baskısına ve zincirlerine yahut insanların, yaşadıkları olayları anlamlandıramamalarından ortaya çıkan, ruhsal ve davranışsal bozukluklara dayandırmaktadır.
Elbette ki bu yaklaşımlar, yanlış değildir. Yalnızca, büyük resmin ufak parçalarıdır. Şimdi, insanlığın sorunlarının başlangıcına dönersek, göreceğimiz o büyük resim, tam olarak karşımıza çıkar. O da şudur: ‘İnsan, doğa ile bütünleşmediği ve doğaya ve doğanın getirdiği kanunlara aykırı davrandığı için, tarih boyunca acılar çekmiş ve sürekli olarak mutluluğun formülünü aramıştır.’ İnsan ve insan arasındaki ilişkilerde de bu aykırılığın, bu zıtlığın tezahürü ortaya çıkar.
Tüm dünyayı, yalnızca kendi yararı uğruna kullanmak isteyen insanoğlu, yeri gelir en yakınlarına zarar vermekten çekinmez, hatta bununla gurur dahi duyar. Sırf başkaları, kendinden üstün, kendinden iyi durumda olmasın diye, bindiği dalı bile keser. Her zaman için, haklı sebepleri vardır ve her durumda yaptığı eylem, ne kadar kötü olursa olsun, onu meşru bir zemine oturtur. Ve kanserli bir beden gibi, kendini yiye yiye “yaşamaya” devam eder. Eğer yaşam buysa tabiki (!)
İnsanın, doğanın sisteminden sapmaya uğramış bu davranışlarının, her bir hareketinin altında yatan motivasyonun esas sebebi, arzularını yanlış bir algıyla kullanmasıdır. Bu yanlış algıya ego demek de mümkündür. Mesele, insanların aile kurma, yeme-içme, cinsellik, saygınlık, maddiyat, bilgi edinme gibi arzuları olması değil, bu arzuları hangi bağlamda kullandığıdır. Doğada, daha kolay bağdaşım kurabileceğimiz hayvanların da böyle arzuları vardır. Gelin, görün ki; hiçbir hayvan, bu arzuları tatmin ederken, bir başkasına zarar vermekten duyacağı haz dinginleri ile ilerlemez. Çünkü, yaptıkları her bir eylemin, ekosistemde dengeyi sağlamak adına, karşılığı vardır. Dışarıdan bakıldığında, yapılan eylemlerin odağı, kişisel yarar olarak gözükse de aslında en ufak bir hareket bile yoktur ki; başkalarının, diğer canlıların yararı için olmasın.
Bu bağlamda dünyaya biraz baksak, görürüz ki; hiçbir dere, kendi yatağının hazzı için akmaz, orada yaşayan canlılara hayat olmak için akar, hiçbir ağaç, kendisinin tüketmesi için meyve vermez, başka canlılara besin sağlamak için meyve verir. Bu sisteme aykırı olan tek varlık, insandır ve sürekli olarak, başkalarından bir şey alıp, karşılığında hiçbir şey vermemeyi ister. İnsanın içindeki bu kanser, insanlığın tarih boyunca yaşadığı ve halihazırda yaşamaya devam ettiği tüm sorunların, felaketlerin esas nedenidir. Kalan her türlü faktör, yalnızca bu nedenden türeyen parçalardır.
Olaylara bu perspektiften baktığımız takdirde, karşımıza çıkacak çözüm de nettir. O da şudur: ‘Evrende bulunan her türlü varlık, birbiri içindir, birbiri için yaşar ve birbiri için ölür.’ Fakat insanlar, doğanın bu muazzam özgeciliğini, salt olarak kendi arzularını tatmin etmek amacıyla, pervasızca suistimal ettiğinden ötürü, dünyada bol bol savaş, istismar, gıda krizi, kuraklık gibi felaketler boy göstermiştir.
Bu, tam olarak, insanın ne derece zararlı bir ego algısına sahip olduğunun göstergesidir. Bu ego algısı, biz insanları, asıl amaçtan, yani doğa ile bütünlüğe gelmekten, başkalarının iyiliğini düşünmekten ve bu iyilikler bağlamında eylem yapmaktan men etmektedir. Yüzyıllar boyu süren sıkıntıların, artık bir köşeye bırakılması için, insanların, kolektif olarak doğa ile bütünlüğe gelmesi, bireyselliklerinden çıkması, dünyada kendisi gibi 8 milyar insan olduğunu ve herkesin insanca yaşama hakkının bulunduğunu anlaması elzemdir. Aksi takdirde, bilim insanları, tezlerini ortaya atmanın ve tartışmanın ve diğer insanlar da bol keseden ıstırap çekmenin dışına çıkamayacaktır.
Rumeysa Dağdeviren