Önüne gelen bu ülkenin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ediyor. Ölmüş bir insanın arkasından konuşmak doğru mudur rahmet okumuyorsan küfürde etmeyeceksin. Şevki Yılmaz Atatürk’e hakaret etmiş bu yeni bir olay değil ki ortalığa fitne fesat atmak için zaman zaman bu hep yapmadı mı, biz onunla aynı seviyeye düşersek o zaman Atatürk’e hakaret olur. Bir ata sözü vardır saldım çayıra Mevla’m kayıra.
İnsanlar bu oyunu binlerce yıldır gürültücü çocuklar gibi kargaşa yaratarak oynamaktadırlar. İlişkiler ihtiyaç ve kontrol arzusuna göre şekillenmiş, başarı kavramı maddi kazanımlar ve mal varlıklarıyla tanımlanmıştır.
Acı çektiğimiz bir gerçek kaygan bir zeminde duruşumuzun yanı sıra, insan varlığı olarak en temel ihtiyaçlarımızın karşılığını bulamayışından.
Acı çektiğimiz bir gerçek kendi var oluşumuzu gerçekleştirememekten, tüm varlığımızla çiçek açacak uygun toprağı bulamayışımızdan. Kalplerimizi koşulsuz ve parlak bir sevgi ile dolduramayışımızdan, Zihnimizi, ayaklarımızı yere sağlam bastıracak zamansız gerçekler yerine, korku, güvensizlik, değersizlik temelli yanlış fikirlere konak yaptığımızdan. Acı çekiyoruz, içimizde tıka basa doldurduğumuz muhatabına ulaşamayan sorulardan.
Hayatın rutin gereklilikleri acımızın üzerini örtmemiz, yüzleşmekten kaçınmamız için kendimizi ikna ettiğimiz bahaneler sunuyor bize.
En dipte, kendimizle baş başa kaldığımız minicik devasa anlarda biliyoruz; tüm sıraladığımız “gerçekçi, önemli, sağlam” nedenlerimizin kendimizden kaçışın ve korkumuzun kılıfı olduğunu. Kendimize ördüğümüz kişisel acılarımızdan oluşan parmaklıklardan kaçış, hem bir yol haritası, hem cesaret, hem güç istediğinden; genel kabul görmüş “her şey yolundaymış” giysimizi dikkatle giyinip, tüm acımızı, korkumuzu, sevgisizliğimizi, güvensizliğimizi, bize acı veren tüm yanlış önermelerimizi kabuğumuzun altına özenle saklayıp, adım atıyoruz bir güne daha.
Oysa hayatın planı her birimizin büyümesi, anlaması, sevmesi ve kişisel armağanını diğerleri ile paylaşması üzerine kurulu. Kendimizi gerçekleştirmemiz, irademizi elimize almamız ve iç özgürlüğümüzü açığa çıkarmamız için kaçamayacağımız bir noktaya ustalıkla koyarak ve kişisel dönüşümümüzü gerçekleştirmek üzere sayısız fırsatlar elinde her köşede bekliyor bizi hayat.
Evet, biliyorum biliyorum. Kişisel hapishanemizden kaçardık elbette ama bizim elimizde değildi. Dışarıda pek çok suçlu var: Annemiz, babamız, kardeşlerimiz gibi en yakından başlayarak halaya girmiş çevre örüntümüzü oluşturan birçok insan. Ayrıca şartlar, koşullar, imkânlar vs. vs. Bizim dışımızdaki herkesi ve her şeyi yeterince suçlayıp yorgun düştüğümüzde de ikinci sırada aynı suçlamaları, öfkeyi kendimize yöneltip, kendimizi kınayıp, suçlayıp kızarak, aynı kısır döngüyü devam ettirmek var bir de. Ne dışarıda suçlayacak bir düşman var ne de içeride.
O zaman neden “Birbirimizin dostu değiliz, birbirimizin düşmanı değiliz. Birbirimizin hocasıyız.” Hayat bize karşı değil.
Bize rağmen bizimle. Herkes ve her şey olması gerektiği gibi bize öğretmek ve ait olduğumuz yere ilerlememizi sağlamak, kendimizi değiştirmek, dönüştürmek ve üzerimizdeki çamuru atarak parlamamız için ne bekliyoruz bilemem.
Bize farklı kişiler, durumlar ve olaylar aracılığı ile dokunarak dönüştürmemiz gerekmez mi? Kimse suçlu değil, kimse dost değil, kimse düşman değil. Bırakmamız gereken tutumları, yanlış inanışlarımızı, olduğumuz yerde saymamak için tutunduklarımızı bırakmamızı isteyen yolumuza doğru birer basamak birer müttefik sadece. Gereğini yaptığımızda işleri bitmiş olduğu için zaten orada olmayacaklar artık.
Bu temel bir hayat yasasıdır. Basamaklara ya da anlamadığımız bir şekilde de olsa bize, bize giden yolu hazırlayana kızmanın, bir anlamı yok. Burada gereğinden fazla vakit harcamanın da o zaman hepimizin görevi kendimizi bu değişime hazırlamak ve sıçrayış hazır olmaktır.