“Gassal” dizisi son günlerde sıra dışı bir içerikle popüler hale geldi. Daha önce sosyal medya platformlarında gasilhanelerde görevli gassalların tecrübelerini konu alan röportajlara rastlanıyordu. Ancak bir meslek olarak gassalı mizah unsurlarıyla filim dizisine dönüştürülmesine ilk kez şahit olduk galiba. Dizi büyük bir ilgi ve beğeniyle gündeme otursa da bazı itirazlar da seslendiriliyor tabi. Gassal ve gasilhane etrafında ölüm olgusunu odağına alması itibarıyla insan psikolojisini olumsuz etkileyeceğini düşünenler var. Hayatın değersizleştirildiğini düşünenler de…
“Ölümün yüzü soğuk” der insanlar. Kimi zamanlar ölümden söz açılınca “Allah geçinden versin” deyiveririz. Belki de “Kapatalım bu bahsi, böyle şeyler konuşmayalım” diyerek tadımızı kaçırmak istemeyiz. Vaazlarıyla meşhur bir vaiz, Cuma günü hakkın rahmetine giden kişinin bu mübarek günün faziletinden nasipleneceğini söylerken “Böyle ama, hemen bu Cuma da ölmeyelim” filan diyor latife de olsa.
Her gün yanımızdan yöremizden birilerini ahirete uğurlarken ölümün yüzü neden soğuk gelir bizlere? Bunun değişik sebepleri olabilir. Yaşama arzusu aslında insana doğuştan verilmiş bir duygu. Fıtratta var olan bu arzunun, ölümün aşılmaz duvarlarına çarparak sönümlenmesi ölümü biraz soğuk gösteriyor bizlere. Bir de sahip olduklarından, sevdiklerinden ayrılacak olmanın yüreğe oturan acısı var tabi. Eski dönemin kudretli hükümdar ya da devlet adamlarına ait eşyaların mezarlarına konulması insan doğasındaki ölümsüzlük isteği ile ilişkilendirilir. Müslüman kelamcılar insan ruhundaki ölümsüzlük isteğini ahiretin kanıtı olarak da işlerler. Şu hâlde insandaki yaşama istek ve sevincini belli bir dereceye dinen de kadar doğal karşılamak lazım. İnancımıza göre insan şu üç günlük dünyaya ölümsüzlük yurdundan gelmiyor mu zaten? Bu nedenle yaşamak, yaşamak istemek, yaşayarak varlığa değer katmak yerilecek bir durum olamaz.
Ancak ölümü hatırlamanın hayatı değersizleştirdiğine, insan psikolojisini bozduğuna katılmak da mümkün değil. Bu meseleye nerden baktığımızla alakalı bir şeydir. Ölümü kalıcı bir son olarak telakki eden yahut ötesine inanmayan için ölüm gerçeği oldukça bunaltıcı ve de ürkütücü gelebilir. Bu anlayışın ölüm mevzusundan derin bir rahatsızlık duyulması doğaldır. Yıllar önce İstanbul’daki Zincirlikuyu mezarlığı kapısında “Her nefis ölümü tadacaktır” yazısı gündem olmuş ve haberlere kadar taşınmıştı. Aslında bir âyet mealinden alınan bu yazı, yoldan geçip giden kimilerinin biraz keyfini kaçıyormuş. Öyle ya mutlu mutlu giderken birdenbire “ölümü gözümüze sokup keyif kaçırmanın ne gereği var?” diye düşünenler olmuş olabilir.
Ölüm insanın kaçınılmaz gerçeği iken bir o kadar uzak görülür. Yarınlara dair bitmez tükenmez planlarımız, hedeflerimiz, hayallerimiz varken ansızın ecel kapıyı çalar, zaman durur ve her şey yarım kalır. Böylesine bir hakikat iken ölümü hayatımızdan uzaklaştırmak ne kadar doğru? Öleceğini bildiği halde ölmeyecekmiş gibi yaşayan tek varlığın insan olduğu söylenir. Her an ölümle yüzleşme durumu ile karşı karşıya olan birer fani olarak ölene acılı gözlerle bakan da biziz ne garip!
Necip Fazıl, “Minarede "ölü var!" diye bir acı salâ/Er kişi niyetine saf saf namaz. Ne alâ! /Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ! /Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan...” dizeleriyle ne güzel özetlemiş bu halet-i ruhiyyeyi.
Bize hayatı ve yaşamayı doyumsuzca sevdiren modern değerlerin ölümle daha doğrusu ölüm düşüncesiyle aramıza mesafeler koyduğu bir gerçek. Keyfe, zevke, konfora, sevdiceklerine derinden alışmışken tek birini bile yanında götüremeden geride bırakacak olma fikri ölümle yüzleşmeye pek imkân vermiyor gibi.
Her şeye rağmen ölüm gerçeğini hayat kadar gerçek gören, ikisine de hakkını vermeye çalışan bir bakış açısı daha var. Nitekim bizim Kur’ân ve sünnet gibi temel dini kaynaklarımızla bunların medeniyetteki iz düşümlerinde ölüme ve ölüm algısına dair çok şey var. Bunlar birini yüceltip ötekini değersizleştirmekten çok beraber düşünüldüğünde ikisine de yerli yerince anlam yükleyen bir mahiyet taşımaktadır. Ölmeden kefen parasını hazır eden, ruhu bir emanet, ölümü de emaneti teslim etme olarak gören, hayattayken vasiyetini yapan tüm bunlarla beraber yaşama sevincinden de bir şey kaybetmeyen insanlar hayatla ölüm arasında denge kuran İslam’ın tanıklarıdır.
Her şeyin zıddıyla kaim olduğunu düşünürsek ölümün aslında hayata büyük bir anlam kattığını söylemeliyiz. Geçici, sınırlı, sonlu şeylerin değeri çok daha iyi bilinmeli. Fahrettin Razi, Asr Sûresi tefsirinde eski dönemlerde yaz ortası pazara buz getiren satıcının telaşını anlatır. Satıcı o buzları bir an önce satmalıdır ki dağ zirvelerinden bin bir güçlükle getirdiği sermayesi güneş altında eriyip buhar olmasın. İşte bu fani hayat bizim için bir sermayedir. Ancak fanilik güneşi altında her gün damla damla erimektedir. Hayatı, sırf zevk ve eğlence peşinde hoyratça ve hesapsızca harcamak aslında hayatı değersizleştirmiyor mu? İsrafın en kötüsü hayatı sorumsuzca boşa harcamak değil mi?
Oysa dinimiz yaşarken zaman zaman ölümü hatırlamayı salık verir. Bunda dünyayı ve içindekileri putlaştırmadan hayatı kalıcı davranışlarla yaşamak, bu hayatın bir hesabının olacağını unutmamak gibi birçok hikmet olabilir. Ölüm tüm sosyal sınıfları ortadan kaldıran, köşklere, saraylara sığamayanlarla barakada yaşayanı eşitleyen ibretlik bir akıbettir. İbret almak içinse kaçmak değil, düşünmek ve yüzleşmek gerekir. Nitekim literatürümüze “tefekkürü mevt” şeklinde bir tabir girmiştir. Bize göre İslam’ın ölüm algısı Mevlana’nın “şeb-i arus”u ile zirve bir formülasyona bürünmüştür. Farsça kökenli terkip “Düğün gecesi” anlamına geliyor. Mecazen terkip, kulun sevdiği yaradanına kavuşması anlamına geliyor. Seven sevdiğine kavuşmuşsa bu onun için sürur ve sevinç günü yahut gecesidir. Seveni sevdiğine kavuşturan dünya düğünleri nasıl sevinç günleri ise ölmek de böyle “en sevgili”ye bir kavuşma ve buluşma anlamı kazanmaktadır.
Farabi Medine-i fâzılasında Seyfüddevle ile arasında geçen bir diyaloğu nakletmektedir. Buna göre kendisi makama yöresel kıyafetleriyle çıkınca “Nerelisin?” sorusuna muhatap olur. Farabi de bu soruya bir filozofa yakışacak şekilde derinden cevap verir: “Cismimi sorarsan Farablıyım. Ama ruhumu sorarsan ona henüz memleket bulamadım” Bu enfes cevap aslında “Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz” ayetinden süzülerek kelimelere bürünmüştür. Benzeri düşünce Sezai Karakoç’ta “Uzatma dünya sürgünümü benim” şeklinde bir niyaza dönüşecektir. Bu hem en sevgiliye kavuşma arzusunu ve hem de asıl ikamet yerinin ahiret olduğuna vurgu yapmaktadır. Ölümü unutmakla ölümden yırtmış olmuyoruz nitekim.
Ölümle yüzleşmenin en etkili yollarından biri mezarlıklarda empati yapabilmektedir. Kabir ziyaretlerini de önemsemek gerekir bu bağlamda. Kabir ziyaretlerinin ölenlerden daha çok yaşayanlar için anlam kazandığını düşünürüm. Dün beraber oturup kalktığımız, gülüp oynadığımız ama bugün aramızda olmayan yakınlarımız ziyaret edilecek, dua edilecek ama aynı halle halleneceğimizin ve hayatın paha biçilmez bir nimet olduğunun idrakine varılacaktır. Ferit Kam mezarlıkların derin sessizliğinin, en belagatli hatiplerden daha güçlü bir şekilde haykırdığını ifade eder. Hakkı var, belagat kelime şatafatından güç devşirir, ses seda gerektirir. Ama ölümün kendisi son derece sade, sessiz ama bir o kadar da gerçektir. Kulaklarını tıkamayanın ölümün bu güçlü sesini duymaması ve tabi vaziyet almaması mümkün değildir. Bu bakımdan kibri, haseti, kin tutmayı, cimriliği, kötülüğü, zulmü ve daha nice doyumsuz hırsları ölümle öldürerek dirilenlere selam olsun.