Zaman zaman yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’e yönelik bazı tenkitlerin yapıldığına tanık oluyoruz. Dünyanın küçüle küçüle cebemize kadar girdiği, bir kıtadan diğerine her fikir ve inanca açık internet aleminde bu tür içeriklere ulaşmak hiç de zor değil doğrusu. Devletlerin kendilerini koruyan sınırları var fakat artık bilgi ve fikirler için aynı şeyi söylememiz mümkün değil. İşte Kur’ân etrafında ortaya atılan tenkitlerden biri de Kur’ân’ın birkaç yerinde geçen “beddua” mahiyetindeki bazı ifadelerdir. Bu bağlamda Kur’ân’ın çoğu kişi tarafından bilinen kısa sûrelerinden olsa gerek öncelikle Tebbet Sûresi gündeme getirilmektedir. Malum, sûrenin başında “Ebû Leheb’in elleri kurusun, kurudu da” şeklinde beddua olarak nitelenebilecek bir ifade bulunuyor. İddia o ki, “Allah beddua etmez. Bu insan işi bir üsluptur. Dolayısıyla Kur’ân ilahi değil, insan sözleri karışmış bir kitaptır.”
Bu iddiaların arka planında belli bazı ön yargıların olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu tür tenkitler daha çok deist veya ateist inançların kendilerine kanıt bulma? motivasyonuna dayanıyor. Ancak şu bir gerçek ki, bu durum iyi niyetle ya da öğrenmeye matuf soruları görmezden gelmeye ya da yok saymaya engel değil. Hele de doğru ya da yanlış her bilgiye bir tuş kadar yakın olduğumuz şu çağda. Aslında bir sorunu, soru-cevap şeklinde formüle etme biçimi İslami ilimlerde yüzyıllar öncesinden itibaren uygulana gelmiş bir öğretim yöntemi aynı zamanda. İlim adamı bu yöntemle konuyla ilgili gündeme gelmiş bir sorunu ya da muhtemel/farazi sorunları soru tarzında ifade eder ve ardından da cevabını vermeye çalışır. Binaenaleyh kimilerinin sığ ve ezbere konuştuğu gibi dinî/İslamî alan aklın ve tartışmanın kendine hiç yer bulamadığı doğmalardan ibaret değil yani.
Buradan hareketle yukarıdaki soruyu ilmi gaye ve iyi niyet dahilinde ilave daha başka sorularla da açmamız mümkün. Şöyle ki beddua bir öfkenin yahut çarenin tükendiği zamanlarda olur. Örneğin insanlar ciddi zulümlere maruz kalabilirler. Güçleri tükenince konuyu kendilerinden daha yüce mercie havale edip, beddua edebilirler. Bu durumlar bir insan için söz konusu olabilir. Allah ise bu hallerden münezzeh olduğu halde bu tür bazı beddua ifadelerinin Kur’ân’da bulunma hikmeti nedir?
Şunu ifade etmek gerekir ki genel olarak İslam’da beddua öncelikle başvurulacak bir yol değildir. Nitekim az sayıdaki mezkûr durumlar dışında birçok dua örnekleri de vardır Kur’ân’da. Ana amaç kötülükleri ıslah için çaba gösterip dua etmektir. Nitekim müminin mümine beddua etmesi doğru bulunmamış, olur olmaz şekilde beddua etmekten de sakındırılmıştır. Yine Hz. Peygamberin (a.s) şefkat ve merhamette ideal bir örnek olduğunu, “alemlere rahmet” olarak nitelendiğini, davranışlarında güzel ahlakın en müstesna örnekliğini sergilediğini ifade etmemiz gerekir. Cahiliye döneminde adeta birbirini yiyen insanların onun terbiyesinde başkasını kendine tercih edecek kadar kardeş olduklarını hatırlamak yeterlidir.
Ancak bazen zulüm zirve yapıp, maddi kurtuluş yolları tükenir gibi olunca kullar Rablerine sığınıp şikayetçi olurlar. Bu belki de insanın kalbinin derinliklerine özel olarak yerleştirilmiş bir duygudur. İnanma ve sığınma ihtiyacının yaratılıştan geldiğine de delalet eder. Evet çaresiz kalan bir müminin belki de içini rahatlatacak bir yol olur beddua. Bildiğimiz kadarıyla asr-ı saadette her türlü hile ve desisede başrol oynayan Medine Yahudileri ve münafıklar için de benzeri beddua ya da lanet ifadeleri kullanılmıştır. Bahsi uzatmamak için biz meseleyi en çok gündeme getirilen Ebû Leheb üzerinden açıklamaya çalışalım.
Asıl adı Abduluzzâ olan bu zalim Hz. Peygamberin (a.s) amcasıdır. Peygamberimize bu kadar yakınlığı olmasına rağmen ona en amansız ve en acımasız düşmanlık yapanlardan biri olmuştur. Kaynaklar onun Hz. Peygamberin evini taşlamak, yanına yöresine pislik atmak, kapı kapı dolaşıp aleyhte propaganda yapmak gibi daha birçok çirkin eyleminden söz ederler. Üstelik eşi Ümmü Cemil de efendimize aynen kocası gibi hakaret ve istihza dolu kötülükler etmekten geri durmamıştır. Yani bu ikili peygamberimizin ve onu canlarından çok seven müminlerin canını çok yaktılar, eziyet ettiler. Bunları Peygamberimizin öz amcası ve yengesi olarak yapmaları Allah Resulünü çok daha fazla üzmüş olmalıdır. Yani düşmanlığın adeta en adicesini yaparak tolerans sınırını aştıkça aşan, merhamet kotasını son raddesine kadar dolduran bir Ebû Leheb’ten bahsediyoruz. Yani akrebin bile yanında masum kaldığı akrabadan.
İşte bu ortamda inen sûre, “Ebû Leheb’in elleri kurusun…” diye başladı. Sonra da her ikisinin ahiretteki acı konumlarını tasvir etti. Peki Allah (c.c) niçin böyle bir üslup kullandı? Elbette Allah burada -haşa- kendisinden daha yüce bir mercie hitap etmiyor, ya da talepte bulunmuyor. Zira O’nun çaresiz kalması ve bir insan gibi öfkelenmesi söz konusu değildir. Bize öyle geliyor ki burada Hz. Peygamberin ve inananların duygularına tercüman olunuyor. Her türlü hakaret ve şiddete varan muamelelere maruz kalan, canları yanan, içlerinde öfke biriken müslümanların hislerine tercüman oluyor. Bir bakıma zulüm karşısında çaresiz kalan Müslümanlara işi Allah’a havale etmelerini, yaptıkları tarifsiz kötülüklerin cezasını kendisinden dilemelerini istiyor. Yani aslında Allah beddua etmiyor da hak edenlere karşı mazluma beddua etme hakkı veriyor bir bakıma. Nitekim sığınma sureleri olarak da bilinen Felak ve Nâs sureleri başında “De ki” ifadesi yer alır ve insana “Bu ifadelerle bana sığının” mesajı verilir. Bu üslubu aynı zamanda “tenezzülât-ı ilahiyye” kabilinden değerlendirmek de mümkündür. Yani Allah, fiili bir durum yaşayan inananların halet-i ruhiyesine tenezzül buyuruyor ve onları rahatlatıcı, içlerine su serpici bir üslup kullanıyor. Yoksa ki Allah’ın hiçbir surette bir insan gibi acziyet içine düşmesi mümkün değildir.
Öte yandan meseleyi sadece sûrenin iniş koşulları üzerinden değerlendirmemek de icap eder. Çünkü tarih boyunca inanca ve inananlara yönelik ağır baskı ve şiddet dönemleri her zaman olagelmiştir. Bu sure, farklı zaman ve zeminlerde Ebû Leheb gibi zalimlerin zulmü altında inim inim inleyen tüm inananların halet-i ruhiyesini teskin etme görevi görmeye devam edecektir. Bugün Gazze’de kadın, çocuk, bebek demeden hunharca cinayetler işleyen, merhametten yana zerre miskal nasibi olmayan, hastaneleri, okulları enkaz yığınına çeviren, insanları açlığa, susuzluğa ve yokluğa hapseden kısacası kendi inananlarından başkasını insan yerine koymayan Yahudi zulmü işleniyor. Hal böyleyken bu sırtlanların önüne atılmış, her türlü savunma gücünden yoksun bırakılmış bir avuç müslümanın beddua silahından başka neyi vardır?
Evet beddua böylesi zalimlere müstehak, mazlumun ise hakkıdır. Kaynaklar Ebû Leheb’in bir salgın hastalığa yakalanarak feci bir şekilde can verdiğini, evlatlarının dahi cesedinin yanına yaklaşamadığını ve nihayet adam tutmak suretiyle açılan bir çukura atıldığını söylüyor. Ne zaman olur Allah bilir ama insanlık tarihi nice zalimin acıklı sonla sahneden çekildiğini haber veriyor. Şairin dediği gibi; “Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser/Mâni-i rızk olanın rızkını Allâh keser”
gaziantep escort mersin escort gaziantep escortseks hikayeleri
fındıkzade escort,büyükçekmece escort,türbanlı escort,avcılar escort,esenyurt escort,silivri escort